Blog Listem

Perşembe, Şubat 18, 2016

ANKARA'DAKİ PATLAMA

MİLLETİMİZE KARŞI YAPILAN BU KALLEŞÇE SALDIRIYI KINIYORUZ UNUTMASINLARKİ 

1 ÖLÜR 1000 DİLİRİRİZ 

BU SALDIRIDA HAYATINI KAYBEDEN KARDEŞLERİMİZE ALLAH'TAN RAHMET YARALILARADA ACİL ŞİFALAR DİLİYORUM 

               NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE 

Cuma, Şubat 12, 2016

Hafızanın sınırı var mı?

Hafıza kartı dolduğunda daha fazla fotoğraf kaydedemeyen dijital fotoğraf makinelerinin tersine insan beyninin kaydetme kapasitesi hiç azalmıyor gibidir. Fakat insan beyninin sınırsız kaydetme yeteneğini algılamak zordur.
Nörologlar uzun süre beynin kapasitesini ölçmeye çalıştı. Ancak hafızasıyla inanılmaz şeyler başaran insanların bilişsel becerileri şaşırtıcı sonuçlar sunuyor.
Çoğumuz bir telefon numarasını bile ezberlemekte zorluk çekeriz, kaldı ki binlerce rakamlı bir sayıyı hatırlayalım. Fakat 24 yaşındaki üniversite öğrencisi Çinli Çao Lu, 2005’te pi sayısının 67.980 rakamını ezberleyerek dünya rekoru kırmıştı.
Bazı dahiler ise isimlerden, tarihlere, en ince detaylı karmaşık görsel bilgilere kadar her şeyi akılda tutabiliyor. Nadiren sağlıklı insanların bir kazadan sonra bu hale gelmesi de söz konusu olabiliyor. 10 yaşındaki Orlando Serrell, beysbol sopasıyla kafasının sol tarafına aldığı darbenin ardından sayısız araba plakası ezberlemeye, onlarca yıl öncesine ait bir tarihin hangi güne denk düştüğünü söylemeye başlamıştı.
Peki nasıl oluyor da bu insanlar ortalama bir beynin hafıza kapasitesini bu kadar aşabiliyor? Bu olgular insan beyninin gerçek kapasitesine dair ne anlatıyor?

Beyni eğitmek

Hafıza kapasitemiz beynin fizyolojik yapısına bağlıdır. Beyin 100 milyar sinir hücresinden (nöron) oluşur. Bunlardan sadece bir milyarı uzun dönemli hafızada rol oynar; bunlarapiramidal hücreler denir.
Bir nöronun bir birim hafızaya denk düştüğünü varsayarsak beynimizin tümüyle dolmuş olması gerekirdi. Psikoloji profesörü Paul Reber, nöron sayısı kadar hafızanın büyük bir kapasite olmadığını ve hemen dolacağını ifade ediyor.
Bu nedenle araştırmacılar hafızanın nöronlar arasındaki bağlantılarda oluştuğuna inanıyor. Her nörondan çıkan ağ şeklindeki bağlantılar binlerce başka sinir hücresine ulaşıyor.
Reber bu şekilde hafıza kapasitesinin büyük bir artış gösterdiğine, “tonlarca alan” açtığına işaret ediyor.
O halde olağanüstü hafıza kapasitesi olan insanların beyinleri de mi olağanüstü? Hayır. Pi sayısını ezberleyen Lu gibi insanlar normal olduklarını, sadece seçili bilgileri hatırlama konusunda beyinlerini eğittiklerini ifade ediyor.

Hafıza sarayı

ABD Hafıza Şampiyonu Nelson Dellis, bu konuya eğilim göstermeden önce çok kötü bir hafızası olduğunu, ancak pratik yoluyla durumun değiştiğini söylüyor. “Birkaç haftalık eğitimin ardından, normal insana imkansız gelen bir şey yapmaya başlıyorsunuz. Oysa hepimizde var bu yetenek,” diyor.
Dellis yıllar önce beyin jimnastiğine başladığında bir deste oyun kağıdının sırasını ezberlemek 20 dakikasını almıştı. Bugünse bu işi 30 saniyede yapıyor. Fakat bunun için günde beş saat hafıza alıştırmaları yapıyor.
Dellis’in kullandığı sınanmış yöntemlerden biri “hafıza sarayı” inşa etmek. Bunun için çok iyi bildiği bir yapıyı kafasında canlandırıyor. Hatırlamak istediği şeyleri birer görüntü olarak düşünüp hayalindeki kapının yanındaki masaya diziyor. Sonra mutfak masasına geçiyor vs. “Hayalinizde o yapıya girip oraya bıraktığınız görüntüleri ezberlediğiniz şeyler olarak dile getiriyorsunuz,” diyor.
Pi sayısı ezbercileri de “hafıza sarayı” ya da bir sayı dizisini hikayenin bir cümlesine dönüştürme gibi benzer yöntemler kullanıyor.

Bağlantılı düşünme

Bu hafıza stratejilerinin yaygın başarı göstermesi, aklına koyarsa herkesin bunu yapabileceği fikrini geliştiriyor. Fakat beyin jimnastiğine bu kadar uzun zaman ayırmadan yapılabilir mi bu? Sydney Üniversitesi’nden Allen Snyder bunu hedefliyor. Doğru teknoloji ile “içimizdeki bilgini” ortaya çıkarmanın mümkün olduğunu söylüyor.
Snyder’e göre insan beyni önemsiz küçük ayrıntılarla değil, bağlantılı düşünme yoluyla hareket ediyor. “Bütünü oluşturan parçaların değil, o bütünün farkındayız,” diyor.
Örneğin bir deneyde deneklerden otomobil parçalarından oluşan bir alışveriş listesini ezberlemelerini istemiş, onlara otomobil kelimesinden hiç söz etmemiş olmakla birlikte tümü de ona “otomobil” kelimesini zikretmişti. “Parçaları birleştirip bütünü oluşturdular,” diye açıklıyor Snyder bu durumu.
Yani duyularımızın beyne ilettiği birçok veri aslında bilince çıkmıyor. Fakat üstün zekalı insanlarda bu üst düzey bağlantılı düşünme yanı devreye girmez; böylece sayısız ayrıntıyı hatırlarlar. Örneğin alışveriş listesini hatırlarken tek tek lambaları, silecekleri, ön camı vs. hatırlarlar; bunlardan yola çıkarak hemen otomobil bağlantısına sarılmazlar.

Veri indirme hızı

Kafasının sol tarafına aldığı sopa darbesiyle değişime uğrayan Serrel örneğinden yola çıkan Snyder, bu şekilde sayısız bilgiyi hatırlamada beynin hangi bölgesinin işlev gördüğünü bulmaya çalıştı. Sol kulağın üzerindeki ön şakak lobu buna adaydı. Otizmde ve üstün zekalılık sendromunda, sonradan ortaya çıkan sanatsal becerilere sahip demans hastalarında bu bölgenin işlevsizleşmesi söz konusuydu.
Snyder deneklerin beyninde bu bölgedeki nöral aktiviteyi geçici olarak engellediğinde çizim, sayma ve yanlışları bulma becerilerinde artış görüldüğünü kaydediyor. Bazı araştırmacılar bu verilere kuşkuyla yaklaşsa da beynin stimüle edilmesi konusuna ilgi giderek artıyor.Nortwestern Üniversitesi’nden Reber beyinle ilgili şu benzetmeyi yapıyor: “İnsan hafızasının sınırı bilgisayarın sabit disk kapasitesiyle değil, veri indirme hızıyla ilgilidir. Sorun beynin dolması değildir; ona gelen bilgi hızının hafıza sisteminin kaydetme hızından çok daha fazla olmasındadır.”

Perşembe, Şubat 11, 2016

Bilgi nedir(Fizikte ki bilgi)

Kendi videomuzla karşınızdayız. ..

SORULAR HAVUZU

Burdaki soruların tamamına cevap vereceğim bazılarını burdan birazınıda youtube dan video olarak paylaşım yapmayı düşünüyorum gelelim sorulara 
1 kısım :BİLGİ
1)Bilgi nedir?
2)Bilebilecek veya anlayabileceklerimizin bir sınırı var mıdır?
3)Bildiklerimizin doğru olduğunu nasıl bilebiliriz?
4)Gerçek diye bir şey gerçekten var mı?
5)Gelecek hakkında neler bilebiliriz?
6)Büyük bilgi büyük bilgeliği içerir mi?
7)Neyi bilmemiz “gerekir”?
2 kısım :BENLİK 
1)Ben kimim?
2)Doğmadan önce başka bir kişi miydim?
3)Benlik nedir?
4)Kendimizi gerçekten tanıyabilir miyiz?
5)Kaç tane benliğe sahibim?
6)Kendimizi değiştirebilir miyiz?
7)Kendim hakkındaki gözlemlerim daima yanlışmıdır?
3. kısım :EVREN 
1)Evren sonsuz mudur?
2)Evrenin zamansa! bir başlangıcı var mıdır?
3)Zamanın bir başlangıcı var mı ve bir sonu olacak mıdır?
4)Gezegenimizin bir geleceği var mıdır?
5)Evrende yalnız olmamız bir şeyi değiştirir mi?
4 kısım :İNSANLIK 
1)İnsan yalnızca başka bir hayvan mıdır?.
2)Ölüm nedir
3)ölümden sonra haya! var mıdır?
4)Hayatın bir amacı var mıdır?
5)Gerçekten mutlu olabilir miyiz?
6)Hipermateryalizm bizim için bir tehlike midir?
5 kısım :TİNSELLİK 
1)Ruh nedir?
2)Tanrı ile ne kastedildiğini anlama şansımız var mı?
3)Bir Tanrı var mı?
4)Tanrı birisi mi yoksa bir şey midir?
5)Bizler Tanrı’nın suretinden mi “yapıldık*?
6)Tanrı doğanın tümü müdür?
7)Darwinizm Tanrı’nın öldüğü anlamına mı geliyor?
8)insanoğlu tinsel olarak evrim geçirdi mi?
9)Ruhum var mı?
10)Ruh veya tin öldükten sonra nereye gider?
11)Tinsel bir hayat nedir?
12)Tanrı’nın yokluğu ne gibi farklar yaratır?
6. kısım : DAVRANIŞ 
1)Bir ahlak yasasına ihtiyacımız var mı?
2)Mutlak ahlak yasaları var mıdır?
3)Yasaların dinsel ilkelere dayanmaları gerekir mi?
4)Bazen yasaları çiğnemek doğru eylem olabilir mi?
5)Davranışlarımızı belirleyen karma mıdır?
6)Temel değerler nelerdir?
7)Karşılık beklemeden eylem diye bir şey var mı?
8)Her zaman doğru sözlü mü olmalıyız?
9)Başkalarına karşı sorumluluklarımız nelerdir?
10)Birini affedemediğimizde yanlış mı yapıyor oluruz?
11)Kendimizi affetmeli miyiz?
12)Neden en yüce değerin sevgi olduğu öğretilir?

Salı, Şubat 09, 2016

HİÇLİK: Cennetin kapısının anahtarı

Varlığın zıttı hiçlik değil; yokluktur. Hiç olmak; içerisinde birçok olasılık barındırırken yokluk; tek ve somut bir reddediş halindedir. Hiç olmak bir kaybediş, yenilenme ve arınmayı ifade ederken yok olmak sonsuz bir bilinçsizlik ve algılananı inkar savunuculuğu taşır.
Hayat her an insanlar için yeni tecrübeler hazırlar. Biz de arzularımız ve tutkularımız için dünya ile sıkça mücadele içine gireriz. Kimi zaman isteklerimize yaklaşamayız. Kimi zaman ulaşırız, kimi zaman ise arzularımız avucumuzun içinden kayıp giderler. Arzularımızın sıcak elleriyle arkamızdan sokulup gözlerimizi kapattığını anlamamız yıllar sürer. Gözlerimizi açtığımızda ise gerçek mutluluk ile hayata bakmamızın tek yolu olan kıymetli hazinemiz bize gülümser; Hiç.
Dünya insanın bilgiye dönük parçasıdır. İnsan düşünmüş, öğrenmiş ve bildiklerini sınıflandırıp kendisinden sonraki nesillere bırakarak bir medeniyet inşa etmiştir. Her zerresinde bilgi nefes alır evrenin ve insan sürekli bu bilgiyi kullanır. Öğrenmek insanın dünyaya açılan gözleri olmuştur. Bilgisini felsefi detayları ile saklayıp biriktiren insan, dünyasının hakikatlerini daha net görür hale gelmiştir. Fakat bir ayrıntı, insanı geriye döndürüp katedilen tüm yolu yeniden yürütmeye yeterlidir. Varlık ve yokluk. Sert ve katı olan varlığın karşısında, bilinmezliği kendisinden sıyrılsa dürüst yüzü de gözükebilecek olan yokluk durur.

Farklı din ve öğretilerde hiçlik

Hiçlik uzun zaman varlığın zıttı olarak görülmüştür. ‘Varlık var mıdır?’ sorusu felsefe alanındaki düşünürlerin büyük çoğunluğunca tartışılmıştır. Cevaplar Realist dünya algısı, Nihilizm, Marksizm gibi fikri akımlara bölünmüştür. Kavram kendisini reddedenlerin bile düşünce dünyalarında meyveler üretmiştir böylece. Birçok düşünce akımının başlıca yol ayrımını oluşturan Mutlak Varlık konusuna İslam’daki tasavvuf inancı var olanın yalnızca Allah olduğunu söyleyerek kuvvetle karşı çıkar. Farklı din ve öğretilerde hiçlik vücut bulmuştur. İslamdaki “Ölmeden önce ölünüz” emri diğer semavi dinlerde de bulunan nefisten arınma yolculuğuna işaret ederken Doğu öğretilerinde hakikati keşfetmek için dünyevi arzuları terk etme şeklinde kendisini gösterir. Tüm kanaatlerin düşünsel ve teolojik kökeni ardında ise huzur verici bir hakikat, minik ve cefakar elleriyle görüntüye uzanır: hiç olmak yok olmak değildir.

Varlığın zıttı hiçlik değil; yokluktur

Varlığın zıttı hiçlik değil; yokluktur. Hiç olmak; içerisinde birçok olasılık barındırırken yokluk; tek ve somut bir reddediş halindedir. Hiç olmak bir kaybediş, yenilenme ve arınmayı ifade ederken yok olmak sonsuz bir bilinçsizlik ve algılananı inkar savunuculuğu taşır. Bu yüzden hiç olmak; insanı kainatın en derin hakikatlerine götürebilen, insanı kendisi ile benliği arasındaki tüm engellerden kurtarabilen haldir. İnsanın Yaratıcı’sına en yakın olduğu yerdir.

Hiç olmak güzeldir

Zaman, insanın hayatını türlü meşgale ordularıyla kuşatırken hiç olmak tek dayanağıdır insanın. Mücadele esnasında bir umut ve teselli olan hiçlik, mücadele sonunda ise varılabilecek en olumsuz durumu niteleyerek olası son durak olur. Varılabilecek son nokta olması hiç’i, yeniden başlangıcın umut dolu yüz ifadesini müjdeler hale getirir.
Hiç olmanın müjdelediği umutlar kadar dikkate layık bir diğer unsuru ise hiç olmanın insana hayatın en büyük hediyesi olan özgürlüğünü iade etmesidir. Toplumsal iş ve çevre kaygıları, amaçlar, tutkular gibi sayısız unsur modern dünyada insanın özgürlüğüne saldırı halindedir. Küçüklüğünden itibaren omzundaki sorumlulukların yükleriyle hayatına devam eden insan hiç’e varmadığı sürece yüksüzlüğü deneyimlemiş sayılmaz. Hiç ise insanı gerçek benliği ile buluşturarak algılarının özgürce yeniden şekillenmesine imkan tanır.
Hiç olmanın insana en büyük katkısı ise insanı gerçek mutlulukla tanıştırmasıdır. İnsan, doğası gereği duygu dünyasından tamamen çıkaramadığı endişe, korku, kaygı ve pişmanlıklardan yalnızca hiç’e doğru yol aldığında ve ulaştığında kurtulabilmektedir. Cennet huzurdur ve hiç olmak mutlak huzurun dünyadaki yüzüdür. Beklentisiz ve arınmış bir yaşam olanağı sunan hiç, insanı, varlığın kaynağına ve hakikatine açılan bir kapıya dönüştürür. Hiç olmak yolculuğu böylece o kapıya doğru yürüyüş şeklini alırken, hiç olma durumu da o kapının buğulu anahtarı haline gelir.
Turgut Uyar (1927-1985)’ın ‘Hiçsizliğe’ şiiri insanın inancıyla buluşma noktası olan hiç olma mefhumunun tüm zerafetini anlatır.

Tanrım, ne kadar güzelsin bir hiç olarak.
Ormansın belki, bilmiyorum.
Belki ormanda bir ağaçsın şuncacık.
Bir Pazartesi günüsün,
İnsanları dupduru edemeyen.
Bütün karayollarında ve demiryollarında,
Gider gelirim bütün dünyada.
Ama biliyorum, Kırşehir’de mezarsın.
Bir kilisesin Kapadokya’da.
Sözgelimi yumurtada zarsın.
Ustasın sabahları yapmada,
En katı yoklukları koyarak insanın içine.
Akşamüstlerinde biraz gaddarsın,
Sular ve zamanlar kararırken.
Ne yapalım, bari bağışlayalım birbirimizi.

Pazar, Şubat 07, 2016

matematik ve Fizikte sonsuzluk

İzlemeye değer 

HAKİKAT

Nesnel gerçeğin düşüncedeki yansısı... Gerçek ile hakikat aynı şeyler değildir. Gerçek nesnel gerçekliği, hakikat ise bu nesnel gerçekliğin zihnimizdeki öznel yansısını dile getirir. Örneğin elimizde tuttuğumuz bir kalem gerçek, onun zihnimizdeki yansısı hakikattir. Hakikat, gerçeğin kendisi değil, yansısıdır ve düşünce ile nesnesi arasındaki uygunluğu dile getirir. Hakikat ile doğruluk ise birbirine bağımlı fakat aynı şeyler değildir. Doğruluk mantık kurallarına hakikat ise nesnel gerçekliği dile getirir. Hakikat, nesnel gerçekliğe uygunluğu gerektirdiği gibi nesnel gerçekliğin belli ilişkilerine de uygunluğu, eş değişle mantıksal uygunluğu dile getirir. 

Hakikat kavramı, felsefe alanında çok önemlidir ve materyalizm ile idealizm arasındaki kavganın baş konusudur. Özellikle idealist öğretiler ona akla aykırı çeşitli anlamlar vermişlerdir. 

Hakikat kavramını en iyi şekilde açıklayan diyalektik materyalist felsefedir. Bahçemizde bir ağaç görürüz, bu nesnel gerçekliktir; bu ağaç bilincimizde yansır, bahçemizdeki ağaca uygun olarak doğru yansıdığı ölçüde hakikattir. Ne var ki bu yansı tıpa tıp uygun olmaz. Yaklaşıktır, bundan ötürü de görelidir. Ama bu ağacı zihnimizde keyfimize göre biçimlendiremeyiz ve onu, tıpa tıp aslına uygun olmasa da, az çok doğadaki biçimiyle yansıtırız, demek ki öznel olan hakikatimizle nesnel olan bir yanda vardır. Hakikatimiz aslında nesnel olan bir şeyden yansıdığı için öznel deriz. 

Hakikatler görelidir, her göreli hakikat saltık hakikatin bir parçasıdır. Diyelim 0 uzaktan bir ağaca baktığımızda onu ilk başta uzun bir çubuk gibi görürüz, yaklaştıkça onun dalları, meyveleri ortaya çıkar, daha derin bilgiye ulaşmak için ağacı keser içine bakar, nasıl kök saldığına bakarız. İşte bilgi sürecinde saltık hakikate bu göreli hakikatlerimizle adım adım yaklaşırız. Saltık hakikat, göreli hakikatlerin toplamıdır. Hakikatlerimiz görelidir ama saltık bir hakikat vardır. Saltık hakikat daima geliştirilecek, yeni bilgilerle güçlendirilecek, ama daima doğru kalacak bir bilgi demektir. 

INSAN NE İÇİN YAŞAR 01

neden yaşıyoruz un cevabını felsefi açıdan bulmak çok zor
çünkü yaşam biyolojik bir olay, felsefi değil
o nedenle ben cevabın biyolojik temelini açıklayayım
tüm canlılar genetik olarak yaşamaya ve üremeyeprogramlanmışlardır
böyle olmasaydı, atalarımız yaşamasa ve üremeseydi biz de olmazdık zaten
bu yalnızca beynimizde olan bir program değil
yani yalnızca içgüdüsel olarak yaşama refleksi göstermiyoruz
aynı zamanda vücudumuzun tüm sistemleri yaşamaya programlanmıştır
vücuda giren bir bakteriyi öldürmek için beyaz kürelerimiz beynimizin emrini beklemez
o halde normal olan yaşamaktır
ve sorunun doğru şekli
neden kendimizi öldür müyoruz? olmalıdır
çünkü benliğimiz (egomuz) aşırı bir sıkıntıya/acıya maruz kaldığında pekala
alt benliğin yaşa ve üre emrini dinlemeyip ölümü seçebilir
ama benliğimiz hemen herzaman ölmektense acı içinde yaşamayı kabulleniyor
peki niye?
sabahın köründe kalkıp gece yarılarına kadar karın tokluğuna çalışan,
yaşamın hemen hiçbir zevkini tadamayan aksine insanlardan aşağılama,
kocasından dayak çocuklarından küfür tadan,
kocasından sevgi görmediği gibi sadakatsizliğine göz yummak zorunda kalan,
 kısaca
cehennemi dünyada yaşayan bir kadın
-çocuklarını büyütmüş olsa bile-
neden hala ölmemekte ısrar eder?
Nedeni genetik yaşa ve üre kodlaması olabilir mi? hayır
çocukları büyümüş bir kadın, doğurganlığı da sona erdikten sonra yaşayarak
türünün neslini sürdürmeye hiçbir katkıda bulunamaz hatta diğerlerinin yemeğini paylaşarak
türüne zararı dokunur.

Cumartesi, Şubat 06, 2016

EVRENİN KADERİ

Büyük Çöküş

Büyük Çöküş, evren biliminde Evren'in nasıl sonlanacağıyla ilgili üç olası senaryodan biridir. Bu üç senaryo, Rus bilim adamı Aleksandr Fridman (1888-1925) tarafından 1922 yılında ortaya atılmıştır. Büyük Çöküş Senaryosu'na göre Evren'in genişlemesi, kütle çekimi etkisiyle giderek yavaşlayarak, Evren'in genişleme hızı ve Evren'deki toplam kütle miktarına göre belirli bir gelecekte duracak ve daha sonra da içine çökmeye başlayarak başlangıç anındakine benzer bir tekilliğe dönecektir.

Büyük Donma veya ısı ölümü

Büyük Donma, Evren'in sürekli genişlemesi sonucu sıcaklığının mutlak sıfıra yaklaşmasıdır ve günümüzde bilim dünyasında en yaygın kabul gören teoridir. Benzer şekilde, ısı ölümü de Evren'in maksimum entropiye ulaşıp her şeyin eşit olarak dağıldığı ve hareketsiz hale geldiği bir sondur.

Büyük Çatırtı

Büyük Çatırtı, Büyük Patlamanın genişlemeyi başlatması gibi, Evren'in ortalama yoğunluğunun Evren'in genişlemesini durdurup kendi içine çökmesine neden olmasıdır. Sonucu bilinmemekle beraber, en basit tahmin Evren'deki bütün maddenin boyutsuz bir tekilliğe dönüşmesidir ama bu ölçülerde bilinmeyen kuantum etkiler de göz önünde bulundurulmalıdır. Bu senaryo, Büyük Patlamanın daha önceki bir Büyük Çatırtıdan sonra meydana gelmiş olabileceği fikrini beraberinde getirir. Bahsi geçen döngünün sürekli tekrar etmesi halinde salınan Evren modeli ortaya çıkar. Bu, her bir Evren'in Büyük Çatırtısı'nın bir sonraki Evren'in Büyük Patlaması olduğu, sonlu Evren'lerin sonsuz silsilesidir.

Büyük Sıçrama

Büyük Sıçrama, Evrenin genişlemesi durduktan sonra daralmaya başlayacak ve daralmayla birlikte tekrar Büyük Patlama meydana gelecek ve yeni bir evren oluşacaktır.

Büyük Yırtılma

Büyük bir ihtimalle kaynağı bilinmeyen kara enerji, Evren'i büyütmeye devam edecek. Fakat büyüyen Evren, nihayetinde muhtemelen bir yırtılma getirecek ki bu da muhtemelen bir karadelik olacak. Bu yırtık, yavaş yavaş Samanyolu çevresindeki galaksileri, daha sonra da Samanyolu Galaksisini yutacak.

Çoklu Evren

Evrendeki her etkileşim, temel parçacıklar küçük salınan sicimlerden ibaret. M-Teori’ye göre (Sicim Teorisi’nin uzantısı) bu sicimler zarlara (membrane ya da kısaca branes) bağlı olarak salınıp hareket edebiliyorlar ya da graviton (kütleçekimden sorumlu) gibi kendi üzerine kapalı sicimler olup zarlar arası gidip geliyorlar. Tüm bunların var olması için 10 uzay + 1 zaman olmak üzere toplam 11 boyuta gereksinim var (Yani Einstein’ın öne sürdüğü 3 Uzay + 1 zaman = 4 boyutlu uzay-zamana göre daha fazla uzay boyutu gerekli). Zarlar (membranes ya da kısaca branes) 3 ve daha fazla uzay boyutuna ve farklı topolojilere sahip olabilirler (küre, silindir ya da 3 boyutlu yüzey). Her bir zar esneyebilir ve içinde vakum enerji (karanlık enerji adayı) salınımları içerir. Aslında sicim teorisi ve onun uzantısı M-Teori doğada gözlemlediğimiz 4 ana kuvveti birleştirebilmek için kurulmuştur. Ancak kozmolojiye de doğrudan uyarlanabilir. Buna göre bizim evrenimiz 3 boyutlu bir zar evreni içindedir. Çoklu evrenler modeline göre içinde bulunduğumuz zar evreni ile diğer bir zar evreni birbirlerinden ufak bir boşlukla ayrılmış durumda olabilir ve böyle zar evrenleri sonsuz adet olup hiper bir uzay içinde birbirleri ile etkileşebilirler. Bu senaryoda big bang ya da büyük patlamaya aslında çarpışan ya da birleşen zar evrenler yol açmaktadır. Örneğin iki zar evren çarpıştıklarında sahip oldukları kinetik enerji sıcak radyasyona dönüşebilmekte ve bu radyasyon çarpışan her iki evreni de doldurmaktadır. Çarpışma sonrası birbirlerinden uzaklaşan zarlar içinde karanlık enerjinin etkisi altında genişleyen radyasyon ve sonrasında oluşabilecek madde soğumakta ve günümüz evrenini böyle bir zar içinde oluşturabilmektedir. Zarlar bu çarpışmaları trilyonlarca yıl aralıklarla yapabilirler ve tekrar tekrar büyük patlamalar gerçekleştirebilirler.

Reenkarnasyon

1. Reenkarnasyon ne demektir?
İnançsal arka planı ve kendi içindeki felsefesi hakkında fazla bilgi sahibi olunmamasına rağmen, 'ölümden sonra tekrardan doğmak' olarak özetlenen, arkadaş arasındaki muhabbetlerde sık kullanılan bir madde olan reenkarnasyon, yüz yıllardan boyu süregelen bir inançtır.

Karma felsefesi ile ifade edebileceğimiz, ancak bunun dışında birçok farklı inançta da yeri bulunan, farklı başlıklar altında geçen reenkarnasyonu bu yazıda hem yaşandığı iddia edilen, resmi kayıtlara geçmiş olaylarıyla, hem de 'böyle bir şeyin imkansızlığını' savunanların sundukları bilimsel görüşlerle ele alacağım.
2. Budizm ve reenkarnasyon
Budizm, dünya üzerinde 500 milyonu aşkın kişinin inandığı bir din-felsefedir. Budizm, insanların bu dünyada yaşadığı acıların, ızdırapların nedenlerini araştıran ve bunları gidermeye yönelik inanışlar barındıran bir yapıdır. Hindistan'da ortaya çıkmıştır ve günümüzde Asya'nın farklı ülkelerinde, milyonlarca kişi Budizm inanışına sahiptir.

Budizm ve reenkarnasyon

Budizm altında karma felsefesi, iç huzuru sağlamaya yönelik meditasyon uygulamaları ve reenkarnasyon dediğimiz bir doğum-ölüm döngüsü yer bulur. Budizm inanışına göre yeniden dünyaya gelme, rastgele bir olay değildir. İnsanın önceki yaşamında yaptığı iyi ya da kötü işlerin bir karşılığıdır.

Ruhun göçü kavramı birçok dinde, farklı inanışta kendine yer bulmuştur, farklı isimler altında ya da isimsiz bir şekilde. Budizmde ise açıklaması reenkarnasyondur, ve gerekçesi insan duyuların tatminine yönelik arzu, var olma isteği ve Karma olarak açıklanmıştır.
3. Diğer inanışlarda 'ruh göçü' kavramı
İslamiyet

Tek Tanrılı diğer inanışlarda olduğu gibi, İslam'da da ruh göçüne yönelik doğrudan bir şey yoktur. Ancak Bâtınî'lere göre, Kuran'da bazı ayetlerde ruh göçüne yönelik üstü kapalı ifadeler yer aldığı söylenmektedir. (Batıniler, ayetlerin aslında göründüklerinden daha da derin anlamlara sahip olduğunu düşünen, ayetleri buna göre yorumlayan bir akım). Ruh göçü ve dolaylı bir şekilde reenkarnasyonun İslam'la ilişkilendirilebileceğini öne sürenlerin Kuran'dan referans verdiği ayetler;

Allah’ın varlığını nasıl inkâr ediyorsunuz ki, sizi ölü iken O diriltti, sonra yine sizi O öldürecek, yine sizi O diriltecektir; nihayet ahirette yalnız O’na döneceksiniz. (Bakara, 28)

Sizin yerinize benzerlerinizi getirmek ve sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden yaratmak üzere aranızda ölümü biz takdir ettik. (Bu konuda) bizim önümüze geçilmez. (Vakıa, 60-61)

Musevilik

Musevilik'in geleneksel yapısında ruh göçü kavramı yer almaz. Ancak farklı yorumlarda, reenkarnasyona yönelik izler olduğu görülebilir. Özellikle Kabala'da ruh göçü kavramının geçtiği görülür. Bazı Museviler, Hz. Adem'in önce Nuh, sonra İbrahim sonra da Musa olduğuna inanır.

Hıristiyanlık

Reenkarnasyon, Hıristiyanlıkta ciddi şekilde tartışılan konulardan birisidir. 19. yüzyıldan sonra ortaya çıkan Hıristiyan akımlarının önemli bir kısmı ruh göçüne, reenkarnasyona inanır. Bu spritüel akımlara göre ilk Hıristiyanlar reenkarnasyona inanmaktaydı, ancak sonradan kutsal metinlerdeki bozulmalar sonucunda bu inanış yokedilmişti. Katolik teologların şiddetle karşı çıktığı bir konu olsa da, reenkarnasyon günümüzde birçok Hıristiyan mezhep ve kurum tarafından kabul görüyor, bunlardan bazıları Christian Community, Liberal Catholic Church, Unity Church, Christian Spiritualist Movement, Rosicrucian Fellowship ve Lectorium Rosicrucianum olarak biliniyor.

Taoizm

Taoizm inanışında, reenkarnasyon şu şekilde açıklanmıştır;

Doğum başlangıç değildir, ölüm de son değildir. Varoluş sınırsız, sonsuzdur; bir başlangıç noktası olmayan süreklilik sözkonusudur. Sınırı olmayan varoluş (varlık) uzaydır. Başlangıç noktası olmayan süreklilik zamandır. Doğum da vardır, ölüm de; biri dışarı doğru olan sonuçtur, diğeri içeriye doğru olan sonuçtur. Böylece, biçimini görmeksizin, 'İlâhî Olanın Kapısı'ndan bir içeri bir dışarı geçilir.” (Zhuang Zi, 23)

Grek kültürü

Ruh göçü, Grek kültüründe milattan önce 7. yy.'da izleri ortaya çıkmış bir kavramdır. Latince metempsycose kelimesi ile ifade edilir. Platon, Phedon adlı romanlaştırdığı diyaloglarında, Sokrates'in şu ifadesine yer verir,

Yeniden yaşamak… Eminim ki gerçekten böyle bir şey var; bu, ölüden çıkan bir yaşam.

Bunun dışında Grek kültürü ve reenkarnasyon noktasında Pisagor'un da önemi büyüktür, zira birçok kaynak Pisagor'un bu inanışa sahip olduğunu, hatta önceki yaşamlarını hatırladığını doğrulamaktadır.

Şamanizm

Asya şamanizminde, bazı Kuzey Amerika ve Güney Amerika kızılderililerinde ve kimi Afrika kabilelerinde ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yaşadığı öte-âleme ruhlar diyarı adı verilir. Kuzey Asya halkları, insanın birden fazla, üç ya da yedi “can”ı olduğuna inanırlar. Örneğin Yakut Türkleri, Çukçiler ve Yukagirler, insanın üç “can”ı olduğuna inanırlar. Ölüm olayında biri mezarda kalır, biri “ruhlar diyarı”na iner, üçüncüsü “Göğe” çıkar. İnsanın “ruhlar can”ı öte-âlemin eşiğini bekleyen eşik bekçisine rastlar; sonra kayıkla öte yakaya geçer. Gölgeler diyarı’nda ölü, yeryüzünde sürdüğü yaşamı sürer. Ölüler, bir süre sonra, yeryüzünde tekrar doğabilirler. Uygurlar, inandıkları sürekli olarak tekrar doğma olgusuna “sansar” adını verirler.
4. Tasavvuf kültüründen reenkarnasyonla ilişkilendirilebilecek ifadeler
Tasavvuf edebiyatından bu konu ile ilgili çağrışım yaratabilecek ifadeleri bulabiliyoruz, birkaçı için;

Ete kemiğe büründüm, Yunus olarak göründüm (…) Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası. (Yunus Emre)

Ben de cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum; öyleyse ölmekten korkmak niye? Hiç daha kötüye dönüştüğüm, alçaldığım görüldü mü?” (Mevlana Celaleddin Rumi)

Ondört bin yıl gezdim divanelikte / insan sıfatından çok geldim gittim (Haydar Haydar, Alevi deyişi)
5. 19. yüzyıl: Kardec'in 'Ruhların Kitabı' ile reenkarnasyon sistematize edildi
Görüldüğü üzere birçok farklı inanışta ruh göçü kavramı yer bulmuş durumda. Ancak bu inanışlar, belirli bir başlık altında yer almıyordu. 19. yüzyılda Batı dünyasında okültizm, yani geçmiş dönemlerde, geleceğe yönelik medyumnik yollarla edinilen bilgiler bütünü alanında bir ilgi söz konusuydu.

Bu dönemde, deneysel spritüelizm alanında Fransız Allan Kardec, 1857 yılında yayınladığı 'Ruhların Kitabı' ile öte-alemci yapıları, ruh göçü çıkışlı düşünceleri 'reenkarnasyon' adı altında topladı. Kardec'in kitabında belirttiği ilkeler şu şekildeydi;

İnsan üç bölümden oluşur: Ruh, ‘perispri’ ve fiziksel beden. Perispri, ruh ve fiziksel beden arasında irtibatı sağlar, yarı-maddi bir yapısı vardır.
Can dediğimiz, ölüm olayı ile bedeni terk ettiğinde “ruhlar âlemi”nde doğar. Dünyada iken yaptığı iyilik ve kötülükler orada, hafızasında canlanır. Bir süre sonra, tekrar dünyada bedenlenir. Sınavlar geçireceği dünyada defalarca doğmasının amacı tekâmül etmektir. Fakat insan ruhu hiçbir zaman yeniden hayvan bedeninde doğmaz. Çünkü tekâmülde gerileme sözkonusu değildir.
Bütün ruhlar eşit yaratılmıştır denebilir. Fakat tekâmül dereceleri aynı kalmadığından aralarında, tekâmül farklarından kaynaklanan bir ruhsal hiyerarşi oluşmuştur.
Ruhlar yalnız Dünya’da değil, evrenin diğer dünyalarında da bedenlenirler.
Ruhlar âlemindeki bedensiz varlıklar, dünyadaki bedenlilerle gerek maddi gerekse manevi etkileşim içindedir. Ayrıca ‘medyum’lar aracılığıyla, bedensiz varlıklarla sesli veya yazılı iletişim kurulabilir.
6. Reenkarnasyona bilim muhalefeti: Hayali anı sendromu
Günümüzde reenkarnasyon yaşadığı düşünülen, bunu iddia eden kişiler eski yaşantılarına yönelik net hatıralar aktarabiliyor. Psikolojide bu durumu açıklayabilecek 'hayali anı sendromu' ya da sahte anı sendromu açıklayabilir. Gerçekte hiç yaşanmamış olmasına rağmen insanlar, gerçek kişi ve mekanlar ile bazı hatıraları zihninde oluşturabilir.

Özellikle, çocukları ya da sevdikleri çok uzakta olan kişilerde bu durumun yaşandığı gözlenmektedir. Akla gelen bu anılar için metafiziksel yorumlar da vardır, reenkarnasyon bunlardan sadece bir tanesidir.
7. Hatıralar DNA'larla aktarılabiliyor
ABD'de bir üniversitede, genlerde ortaya çıkan kimyasal değişimler sonucu çeşitli deneyimlerin gelecek nesillere aktarılabileceği ortaya çıkmıştır. Emory Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nden Dr.Brian Dias’a göre;

Dönüşümsel bakış açısından, bizim sonuçlarımız ebeveynlerin deneyimlerinin, sonradan gelen nesillerin, hatta hamile kalmadan önce, sinir sistemlerindeki hem yapıyı hem de fonksiyonlu önemli derecede etkilediğini anlamamızı sağlıyor. Bunun gibi bir fenomen, fobiler, endişe, ve post-travmatik stress bozuklukları gibi nöropsikiyatrik rahatsızlıkların etiyoloji-nedenbilim ve potansiyel aktarım riskine katkıda bulunabilir.

Bazı hatıraların, travmatik ya da stresli deneyimlerin genlerle aktarılabildiği düşüncesi bilim dünyasında yeni değil. 1989 Nobel Kimya Ödülü'nü alan Sidney Altman ve Thomas R. Cech, RNA'nın katalitik özellikleri alanındaki çalışmalarıyla da bunu doğrulamıştı.
8. Reenkarnasyona yönelik ilginç bilgiler
Reenkarne olduğu düşünülen çocuklar, herhangi bir eğitim görmeden önceki yaşamlarında sahip oldukları bilgi birikiminden ötürü -o anki koşullara göre- yabancı dil konuşabiliyor, derdini anlatabiliyor.
Yapılan bir araştırmaya göre ABD'de 4 kişiden biri reenkarnasyona inanıyor.
Dünya üzerinde ise çoğu Budistlerden oluşan 1.25 milyar insan, başka bir insanın ruhu ile dünyaya geri döndüğünü düşünüyor.
Reenkarnasyon alanında araştırma yapan bilimadamları, bugüne kadar dünya üzerinde ortalama 95 milyar insanın yaşayıp öldüğünü tahmin ediyor.
6 milyar ruhun en az 10-15 kere hayata dönmüş olabileceği tahmin ediliyor.
Genellikle 30 yaş üstü kişiler reenkarnasyona inanıyorlar.
Eğitim seviyesi yükseldikçe, reenkarnasyona inanç seviyesi azalıyor.
9. Reenkarnasyon vakalarına
Dünyada bu alanda en önemli isimlerden birisi Profesör Ian Stevenson'dır. Asya'da, Avrupa'da birçok ülkede bu alanda çalışmalar yapmış, insanlarla birebir görüşerek vakaları değerlendirmiştir. Bu alanda birçok kitabı, makalesi bulunan bir isimdir. Türkiye için de önem taşıyan çalışmalarından birisi olan 'Reenkarnasyon Vakaları III: Lübnan ve Türkiye'den On İki Vaka'da ülkemizde yaşanan bazı olaylar yer alıyor.

Ian Stevenson'un çalışmaları neden önemli?

40 yılını reenkarnasyon vakalarını araştırmaya adamış bir isim olan Stevenson, geçmiş yaşamlarını hatırladığı öne sürülen çocuklarla görüşerek incelemeler yaptı. Toplamda 2000'in üzerinde çocukla görüştüğü biliniyor. Stevenson, yalnızca görüştüğü kişileri dinlemekle kalmamış, aynı zamanda ölüm şekilleri-doğum lekeleri arasındaki ilişkiye de odaklanmıştır. Birçok vakada, doğum lekelerini-ölüm şekli ilişkisini de doğrulamayı başarmıştır.

Çalışmalarını ağırlıklı olarak Doğu'da yapması eleştiri alsa da -reenkarnasyon inancının yaygın olmasından ötürü- Batı'da yaşanan vakalara yönelik bir kitap da çıkarmıştır.

Beyrut'ta yaşanmış tipik bir vaka

Stevenson tarafından belgelenmiş tipik bir vakada, Beyrut’taki bir çocuk 25 yaşında bir motor tamircisiyken plaj yolu üzerinde hız sınırını aşmış bir arabanın çarpmasıyla ölmüş olduğunu anlatmaktaydı. Çeşitli tanıklıklara göre, çocuk sürücünün adını, kazanın tam olduğu yeri, motor tamircisinin kızkardeşlerinin, anne ve babasının, kuzenlerinin ve birlikte ava gittiği arkadaşlarının adlarını veriyordu. Vaka doğrulandı, çocuk söz konusu motor tamircisinin ölümünden birkaçyıl sonra doğmuştu ve çocuğun ailesinin ölen adamla görünür hiçbir irtibatı yoktu.

Cuma, Şubat 05, 2016

Dil felsefesi

DİL FELSEFESİ 

Dil felsefesi genel olarak insanın dili kullanma etkinliğini inceleyen felsefe dalı. Özellikle 20. yüzyılda felsefenin önemli alanlarından biri haline gelmiştir. 

Dil felsefesinin sınırlan çizilirken, arala-nnda sıkı bir etkileşim olmakla birlikte, temelde ayn bir düşünce etkinliğine işaret eden dilbilimsel felsefe ile farkının belirtilmesi gerekir. Dilbilimsel felsefe, dilden yola çıkarak felsefe sorunlarını çözmekte kullanılan bir yöntem olarak tanımlanırken, dil felsefesi yalnızca bir yöntem olmayıp bağımsız bir inceleme alanıdır. Felsefe tarihinde Platon, Aristoteles, John Locke, David Hume, John Stuart Mill, Immanuel Kant gibi filozoflar dil felsefesi alanı içine girebilecek çalışmalar yapmışlardır. Bağımsız bir alan olarak dil felsefesinin kurucusunun Wilhelm von Humboldt olduğu kabul edilir. Ama dil felsefesinin asıl gelişimi 20. yüzyılda olmuştur. Gottlob Frege'nin 19. yüzyılın sonlanndaki çalışma-lan, 20. yüzyılda Bertrand Russell ve Ludwig Wittgenstein'ın katkılarıyla dil felsefesinin temelini oluşturmuştur.

Wittgenstein'ın çalışmalarıyla başlayan çizgi, Rudolf Carnap'a, Bertrand Russell'a, Willard Ouine'la öğrencisi Davidson'a kadar uzanır. "Bir önermenin doğruluk koşullan nelerdir?" sorusundajı yola çıkan bu çizginin ele aldığı temel konu anlam ile doğruluk arasındaki ilişkidir. Wittgenstein' in Tractatus Logico-Phüosophicus (1921; Trac-tatus Logico-Philosophicus, 1985 ve 1986) adlı yapıtı, "anlamın resim kuramı" adını alan görüşe kaynaklık etmiştir. Tümcelerin, resimler gibi, olguları temsil ettiğini ileri süren bu görüşten mantıkçı olgucular önemli biçimde etkilenmiştir. İki dünya savaşı arasında Viyana'da bir grup düşünür doğrulama ilkesini, anlamın kavranması için temel bir sorun haline getirdiler ve "bir önermenin anlamı, onu doğrulama yöntemidir" savını ileri sürdüler. Bu düşünürler analitik-sentetik önermelerle, normatif-de-ğerlendirici önermeler ayrımını benimsediler ve anlam taşıyan önermelerin ya analitik ya sentetik olduğunu, mantıksal ve deneysel yöntemlerle doğrulanamayan ve yalnızca duygu ve heyecanlan açıklamaya yarayan etik ye estetik alanındaki önermelerin ise ikinci sınıf ve duygusal türden bir anlam taşıdığını kabul ettiler. Bu gruptaki filozoflardan Quine, analitik ve sentetik önermeler arasında yapılagelen aynma karşı çıkarak, anlamın geleneksel İcavranış biçimini reddetti; bunun yerine dilin davranışsal kayranışı görüşünü benimsedi. 

Dil felsefesi içindeki bir ikinci çizginin başlatıcısı da gene Wittgenstein'dır. J.L. Austin, G. Ryle, H.P. Grice, P.F. Straw-son, J.R. Searle'den oluşan bu grup, dili insan davranışının bir parçası olarak görür ve daha çok dilsel kullanım sorunlarına yönelir. Bu grubun ileri sürdüğü temel soru "Bir kişi konuştuğu zaman, anlam ve kullanım ya da anlam ve yönelimler arasındaki ilişki nedir?" biçiminde dile getirilmiştir. "Dünya ile dil arasındaki ilişki nedir?" sorusunu reddetmeyen bu düşünürler soruyu daha geniş bir bağlam içinde ele alıp "dilsel davranış nasıl bir davranıştır?" biçiminde ortaya atarlar. Bu yaklaşımın ardında "dilin dünya ile olan ilintisi, insanlann bu ilintiyi nasıl kurduklarına bağlıdır" düşüncesi yatar. Bu düşüncenin temel kavramı ise "konuşma eylemi"dir. 

Dil felsefesi geleneği içinde bir üçüncü çizgi, dilbilimi temel alan görüştür. Özellikle 1950'lerden sonra gelişen ve önem kazanan bu yönelimin en önemli temsilcisi Noam Chomsky'dir. İnsanı sözdizimsel bir hayvan olarak tanımlayan Chomsky'nin dili ele alışının özünde, sözdizimi incelemesi yatar. Chomsky'nin sözdizimsel anlayışına göre dilin sözdizimsel kuramı, yalnızca sözdizimsel köklerden yola çıkarak istenmelidir. Kuram ortaya konurken, bu biçimlerin ne anlama geldiği ya da insanların bunlan nasıl kullandığı belirtilmemelidir. Chomsky, dilin amacının bildirişim olduğu düşüncesini yadsır. Dilin özünün sözdızim olduğunu, bu sözdizim biçiminin insanda programlı olarak bulunduğunu ve dil felsefesinin inceleme alanının bu sorunla sınırlı olması gerektiğini düşünür. 

Günümüzde felsefenin hemen her dalında dille ilgili sorunların önemli, en azından başlangıçta ele alınması gereken sorunlar olduğu kabul edilmektedir. Ama dil felsefesi bağımsız bir araştırma alanı olarak henüz çok yenidir. Gene de, dilbilimsel konulann kazandığı yaygın ilgi doğrultusunda, dil felsefesi de yoğun bir biçimde işlenmektedir.

Felsefe

Felsefe, varlık, anlam ve öz sorunlarının eleştirel bir yaklaşımla araştırılmasına ve varılan sonuçların sistemli bir biçimde ortaya konmasına yönelik düşünsel etkinlik. Yokluğa karşıt olarak var olan şey. Oluşa karşıt bir şey olarak, değişmeden aynı kalan gerçeklik. Boşluğa karşıt bir şey olarak, mekanda bir yer işgal eden kalıcı gerçeklik.
Felsefe, varlık, anlam ve öz sorunlarının eleştirel bir yaklaşımla araştırılmasına ve varılan sonuçların sistemli bir biçimde ortaya konmasına yönelik düşünsel etkinlik.
      Felsefenin konusu
Filozoflar genellikle varoluş veya varlık, ahlak veya iyilik, bilgi, gerçek ve güzellik konularıyla ilgilenmişlerdir. Philosophia, bilgelik arayışı, bilgiyi sevmek, araştırmak ve peşinde koşmak anlamlarına gelmektedir. Filozofda bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişidir.

Tarihsel olarak birçok filozof dini inançlara veya bilime de eğilmiştir. Filozoflar genellikle bilimin dışında kalan bu kavramlarla ilgili kritik sorular sorarlar. Felsefe nedir sorusunun cevabının aranması da bir felsefi uğraştır. Filozoflar genellikle şu soruların cevaplarını ararlar:

Gerçek nedir? Bir ifadeyi nasıl veya niye doğru veya yanlış olarak tanımlarız? Nasıl karar veririz?
Bilgi mümkün müdür Bildiğimizi nasıl biliriz? Doğru bilginin kökeni ve sınırları ?
Ahlaken doğru veya yanlış hareketler (veya değerler, veya kurumlar) arasında bir fark var mıdır? Hangi hareketler doğrudur, hangileri yanlıştır? Değerler mutlak mı, izafi midir? Yani nasıl yaşamak gerekir? Ahlakın kaynağı nedir ?
Gerçeklik nedir ve neler gerçek olarak nitelendirilebilir? Gerçek olan şeylerin doğası nedir? Bazı şeyler algımızdan bağımsız olarak var olabilir mi? Zaman ve mekanın doğası nedir? Düşünme ve düşüncenin doğası nedir? Birey olmak ne demektir?
Güzel nedir? Güzel şeylerin farkı nedir? Sanat nedir?
Din kavramının kökeni nedir ? Tanrı insanların korkularından kaynaklanan bir varsayım mıdır ? Tanrı var mıdır ?
Varlık, zaman ve mekan arasında ne tür bir bağ vardır? Esasen bu kavramlar arasında herhangi bir bağ var mıdır?


Antik Yunan felsefesinde, yukarıdaki sorulardan ilk beşi sırasıyla, analitik veya mantıksal, epistemoloji, etik, metafizik ve estetik olarak adlandırılırdı. Bunların dışında da konular vardı ve bu tanımlamaları ilk kez kullanan Aristo aynı zamanda politika, modern fizik, jeoloji, biyoloji, meteoroloji ve astronomi'yi de felsefenin konuları arasına almıştır. Yunanlılar Sokrates'in etkisiyle bir Analiz geleneği geliştirmişler ve konuyu daha iyi anlamak için parçalarına ayırmışlardır.



Diğer gelenekler bu tip tanımlar kullanmamış veya aynı temaları ön plana çıkartmamıştır. Hint felsefesi Batı felsefesi ile benzerlikler taşısa da, binlerce yıldır felsefe ile ilgilenmiş olsalarda Japonca, Korece ve Çince'de felsefe kelimesi 19.yy'a kadar yoktu. Özellikle Çinli filozofların Yunanlılara göre farklı bir sınıflandırması vardı. Tanımlamaları da genel özelliklere değil çoğunlukla metaforikti ve aynı anda birkaç konuya ilintiliydi [1]. Ancak batı felsefesinde de konular arasında kesin sınırlar yoktur ve 19.yy'a kadar batı filozoflarının çalışamalarında konusal bir ayrım yapılmamıştır. Gerçek felsefe Rönesans sonrası Alman İdealizmi sonrasında doruk noktasına ulaşmıştır. 

Perşembe, Şubat 04, 2016

FILM İZLE

KENDİ İZLEDİĞİM FILMLERDEN SIZINDE IZLEMENIZI ISTEDIKLERIM
1) YILDIZLARARASI 
2)MARSLI 
3)HİTLER KÖTÜLÜĞÜN YÜKSELIŞİ 
Merhaba ben burada kendi felsefe mi sizinle paylaşmak için açtım. Umarım hedefime ulaşır
Felsefe 
Gerçek?
Hakikat?
Var olmak?
Hiçbir? 
Benlik?
ID ego süper ego?
     Evet ilk konularım bunlar olacak.